Nesli tükenme tehdidi altında olan fillerin dünyadaki en akıllı ve marifetli canlılardan biri olduğunu biliyoruz. Stresli olduklarında birbirlerini avutacak kadar duyarlı olan filler, kulaklarının arkasında sakladıkları ‘klima sisteminden’ tutun, 250 kilometreye kadar depremleri sezmelerini sağlayan sismik titreşim algılama yeteneklerine kadar bilim insanları şaşırtan özelliklere sahip. Hafızalarına değinme gereği de duymuyorum.
Yeni bir araştırma, fillerin sahip olduğu antik bir gen sayesinde kansere yakalanma riskini neredeyse sıfırladığını gösterdi. Utah Üniversitesi’nden Joshua Schiffman ve ekibinin yaptığı araştırma, ‘Peto’nun paradoksu’ olarak bilinen teorinin doğruluğunu güçlendirdi.
Kanser, çok hücreli canlılarda hücre bölünmesi esnasında gerçekleşen mutasyonlardan meydana geliyor. Sigara gibi sağlığa zararlı maddelerin artırdığı risk, tamamen olasılıklara bağlı olarak da gerçekleşebiliyor. Peto’nun paradoksu ise canlıların vücut büyüklüğü arttıkça kanser riskinin doğru orantıda azaldığını savunuyor.
PLOS Pathogens dergisinde geçtiğimiz yıl yayımlanan araştırma, Sir Richard Peto’nun öne sürdüğü teoriyi destekleyen en güçlü araştırmalardan biri olmuş ve kansere yakalanma olasılığı en düşük canlı balina olarak belirmişti.
San Diego Hayvanat Bahçesi’ndeki fillerden nekropsi örneği alan ve küresel alanda gözetim altında yaşayan fillerin ölüm nedenlerini araştıran Schiffman, fillerde kanser nedeniyle yaşanan ölüm oranının yüzde 5’ten az olduğunu tespit etti. İnsanlarda ise bu oran yüzde 11 ila yüzde 25 arasında değişiyor.
Fillerin kansere olan bağışıklığının sırrı ise antik bir gende yatıyor. Kan örnekleri, Afrika fillerinin anne-babalarından aldığı p53 geninden en az 20 kopya taşıdıklarını gösterdi.
Hasarlı hücre ölüme terk ediliyor
Çok hücreli canlılarda bulunan p53, hücredeki hasarı tespit ediyor ve hasar giderilene veya DNA onarılana kadar bölünmeyi durduruyor. İnsanların ebeveynlerinden birer tane aldığı gen, kansere yakalanma riskini azaltmada çok büyük rol oynuyor. P53 geninin ters etki yapan versiyonu Li-Fraumeni sendromuna sahip insanlar genelde çocukluklarında kansere yakalanıyor, ömür boyu kansere yakalanma oranı ise yüzde 100 olarak beliriyor.
Araştırmacılar p53’ün etkisiyle fil hücrelerinin radyasyona dayanıklılığını gözlemlemek istediklerinde, beklemedikleri şekilde DNA bozukluğunda hücrelerin iki kat hızlı öldüğünü tespit etti.
Schiffman, bu durumun fillerdeki bağışıklık gelişimini çok iyi özetlediğini fark etti. Eğer hücre ölürse, kansere yakalanma olasılığı da tamamen ortadan kalkar. Li-Fraumeni sendromu taşıyan hücrelerin radyasyona karşı direnç göstermeye çalışması ise çalışan p53 genlerinin DNA hasarına tepki verdiğini ortaya koydu.
Schiffman’ın Journal of the American Medical Association dergisinde yayımlanan araştırmasına ek olarak, Chicago Üniversitesi’nden Vincent Lynch’in BioRxiv dergisinde yayımlanan araştırması da aynı sonucu ortaya koydu.
Aranan tedavi doğada saklı
Büyük canlıların kansere karşı koyma özellikleri p53’ün yanı sıra farklı adaptasyonlardan da sağlanıyor. 200 yıldan fazla yaşayan ve ağırlığı 100 tonu geçebilen Grönland balinasının genlerinde yaşanan mutasyonların DNA tamirini güçlendirdiği ve yaşlanmayı geciktirdiği biliniyor.
Afrika’nın kurak bölgelerinde yaşayan çıplak kör fare ise boyutuna rağmen hücre döngüsünü düzenleyen ve bir arada tutan çeşitli moleküller sayesinde kanserden uzak kalmayı başarıyor.
Farklı canlıların genetik açıdan sunduğu özellikler, boyutla beraber artan hücre bölünmesinin getirdiği kanser riskini aşağı çekmek için yeni fikirler geliştirilmesini teşvik ediyor. Schiffman, elde edilen veriler sayesinde kanserin erken teşhisi ve engellenmesini sağlayacak yeni tedaviler geliştirilebileceğini belirtiyor.
Schiffman, “Evrim kanseri önlemenin yolunu bulmak için 55 milyon yıl harcadı… Artık doğanın kitabından bir sayfa alarak bu bilgiyi kullanmanın ve en çok ihtiyacı olan kişilere uygulamanın vakti geldi” ifadesini kullandı.
Schiffman ve ekibinin ilk amacı, fillerdeki ekstra p53 genlerinin faaliyetini taklit edebilecek moleküller tespit etmek. Bu moleküllerin tıpkı fillerde olduğu gibi DNA’yı tamir etmek yerine hücreyi ölüme terk etmesi gerekiyor. Schiffman’ın bir diğer düşüncesi, nano-parçacıklar gibi teknolojilerin yardımıyla fillerdeki p53 genini insanlara aktarabilmek.
Ümit verici olan bu tür yöntemler, aynı zamanda insanın doğasına aykırı düşebileceği için büyük risk taşıyor. Bilim insanlarının belli riskleri göze alarak yapacağı araştırmalarda sayısız hayat kurtaracak tedaviler geliştirmeleri en büyük dileğimiz.