Babası Belçika’ya göç eden ilk madenciler arasında yer alan Fikret Aydemir, kariyerinin büyük kısmını kendi ifadesiyle “gri ve soğuk ve ıslak ülkede” geçirmiş bir gazeteci. Yıllar boyunca farklı gazeteler için kaleme aldığı köşe yazılarını “Hayata Dair Bi’kaç Satır” adlı kitabıyla bir araya getiren Aydemir, Türkiye ile Belçika arasında mekik dokuyan bir insanın gözlerinden hayata çok farklı bir şekilde bakma şansı sundu bize.
Hayata Dair Bi’kaç Satır’ın özelliği, alışageldiğimiz derleme kitapların aksine hayatı çok farklı yönleriyle tutan, hisleri güçlü bir çalışma olması. Kitap, hayata Belçikalı bir Türk ve dünya vatandaşı olarak bakan, toplumsal ve küresel olayları birkaç gün içinde unutulan detayları ile sorgulayan bir düşünürün yorumlarını içeriyor.
Belçika’ya hep dışarıdan bakan bir okur olarak, Hayata Dair Bi’kaç Satır bana birçok şey öğretti ve gençliğimin en önemli detaylarını bir bir hatırlayıp, sorgulamamı sağladı. Bizi biz yapan ve hayatımızı şekillendiren olayları bazen duygulanarak tekrar düşündüm. Bilim ve teknoloji ağırlıklı on binin üzerinde haber yazmış bir internet editörü olarak, arşivciliğin tekrar ne kadar önemli olduğunu fiziksel olarak gördüm. Hayata Dair Bi’kaç Satır benim için birçok anlamlı mesaj verdi. En önemlisi de, geçmişi tekrar unutmayacağıma dair kendime söz vermemi sağladı.
Fikret Aydemir’e çalışması ve içinde saklı olanlar hakkında çokça soru yönelttim. Yıllanmış bir kitabın analizi, çok hoş bir sohbete dönüştü.
*
Kitabınız kaç yılın yazılarını içeriyor? “Hayata Dair Bi’kaç Satır”ı yazarken vermek istediğiniz mesaj neydi?
Onlarca yılın yazıları aslında bunlar. 2003’ten beri yazdıklarım yazılar. Sabah’ta köşe yazmaya başladım. Daha sonra Akşam gazetesinde sadece köşe yazarı olarak görev yaptım. Ve kendi çıkarttığımız Gazete Kuzey’de yazdığım yazıları bir araya topladık. İnkılap yayınevi yayın yönetmeni Ahmet Bozkurt, kitabımın Brüksel’de yaptığımız ilk imza gününde yaptığı konuşmada şöyle demişti, “Bu tür yazıların kitaplaştırılması aslında risklidir. Ama Fikret Aydemir’in kalemini görünce yazı kurulumuz hiç tereddüt etmeden basmaya karar verdi.” Bu sözler üzerine söyleyecek söz bulamamış ve utanmıştım. Çünkü Ahmet Bozkurt aslında son dönem Türk şiirinin önemli şairlerinden biri aynı zamanda. Bir şairden bu övgüyü almak beni elbette çok çok mutlu etti…
Açıkçası bir mesaj vermek gibi bir amacım veya misyonum yok. Ama unutmamak ve unutulmamak istiyorum. İnsanoğlu bir çok şeyi çok çabuk unutuyoruz. Geriye dönüp bakmak istedim. Neler yaşamışız, hangi süreçlerden geçmişiz ve oradan hangi dersleri çıkartmamız gerekir? Bu ve buna benzer sorulara bir yanıt verebilmemiz gerekir arada bir!
Arşivciliğin önemini ortaya koyan önemli bir çalışma Hayata Dair Birkaç Satır. Bunca yazıya yıllar sonra göz atınca insan geçmiş ile bugünü nasıl değerlendiriyor, neler düşünüyor?
Bazı yazılarıma yıllar sonra tekrar okuyunca, “Ben mi yazmışım? Bu satırları ben mi kurmuşum? Ne güzel kelime dizimi bunlar?” demekten kendimi alıkoyamıyorum açıkçası…
Binlerce yazı yazdım, ülkemin en önemli gazetelerine günlerce gazete manşeti yazdım daha sonra televizyon programları ve belgeseller çektim. Ama kitap bambaşka bir duygu. İnsanın bir kitabı olunca kendini “ölümsüz” hissediyor. Yani “ab-u hayat”ı keşfetmiş oluyorsunuz bir bakıma. Düşünsenize, Türkiye’nin herhangi bir kentinde herhangi bir kitapçıya girip, kitabımı bulabiliyorsunuz. Veya yıllar sonra bir sahaftan benim kitabımı bulabileceğim. Oğluma ve bütün aileme bırakabileceğim en büyük miras kitap.
Kitap, kendisini hayatın boşluğunda kaybeden ve kendini tekrar araması gereken insana seslenmeye çalışıyor sanki. “İnsanı insan kurtaracak” diyerek yazar yıllarca içinde biriken bir acı veya mücadeleyi mi anlatmak istiyor?
Ben hep insana inandım. İnsanı var eden de yok eden de yine insandır. İyilik de kötülük de hep insan. Her şey insanda başlar ve yine her şey insanda biter. Vicdan da insanın tanrısı.
Ben, 1996 yılında okul bitirme tezimin “teşekkür bölümü”ne sadece Aşık Daimi’nin “Madem ki ben bir insanım” şiirini kullanmıştım. Tez savunmamda hocalarımla bu şiiri tartıştık bir saat boyunca ve tezimin içeriği olan “aile içi iletişim modelleri” hakkında tek cümle bile konuşmadık. Bu şekilde mezun oldum ben okulumdan. Benim kutsalım hep insan oldu.
15 seneye uzanan yazılarda son çeyrek asrı değiştiren ve bugünün şekillenmesini sağlayan olaylar çok güzel özetleniyor. Mesela “Dev Cüsseli ve Kocaman Yürekli Adam” yazısı. Kendi kitabınızda 15 yıl önce ve sonrasına baktığınızda siz bir gazeteci olarak dünya için ne düşünüyorsunuz? Cesaret halen var mı? Yoksa her şey ilgi çekmek için yapılan bir tiyatronun parçası mı?
Aslında “Dev Cüsseli ve Kocaman Yürekli Adam”lar hep oldu tarihimizde. Kimi zaman “sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez” diyen filozof Platon olarak çıktı karşımıza, kimi zaman, “her şeye rağmen dünya dönüyor” diyen Galileo olarak. Kimi zaman “yel değirmenlerine karşı savaşan” Cervantes’in Don Kişot’u olarak, kimi zaman da “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyen Mustafa Kemal olarak çıkar karşımıza.
Salt çoğunluk düzen içinde ‘mutlu’ yaşamak ister. Ama popülist olmadan düzene karşı çıkan, ‘mutsuzluğu’ göze alabilen insanlardır tarihi yazanlar.
Türkiye gündemi hakkında gözden kaçan, unuttuğumuz birçok detay var. İnsan kitapta yer alan olayları tek tek hatırlarken “ben orada mıydım” bile diyor. Neden bu kadar çabuk unuttuk, unutuyoruz? En önemlisi, unutarak ne kaybediyoruz?
Tamam, hayat geçmişe oranla çok daha hızlandı. Tamam, tüketim toplumunda yaşıyoruz. Ama bu kadarı da gerçekten çok fazla. Türkiye’de insanlar da olaylar da çok hızlı tüketiliyor maalesef. Bir birileriyle çok çabuk “canım-cicim” oluyoruz ve çok çabuk “kaltak-puşt” oluyoruz. Yani arası yok bizde.
Siyasi ve sosyal gündemlerimiz de öyle. Bir olayı bir gün en hararetli şekilde konuşuyoruz ve ertesi günden itibaren hiç hatırlamıyoruz. Politik tartışmalara baktığımızda, sadece Recep Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu ekseninde yapılıyor bütün tartışmalar. Bu ülkeye, İsmet İnönü, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Turgut Özal hiç mi bir şey kazandırmadı? Hafızasızlık bir toplumun yok olmasının nedenlerinden biridir. Ve biz maalesef hafızasızlık topluma son surat yol almaktayız.
Belçikalıları anlamak diye tabir kullansak, bunu nasıl anlatırdınız? Örneğin Kraliçe Fabiola’nın yazdığı aşk mektubu ve Nevşehir’deki anı size Belçikalıları, biraz 20’nci yüzyıl versiyonu ile nasıl anlatıyor?
Belçika aslında melez bir ülke ve melez bir toplum. En önemli özellikleri de ‘uzlaşma kültürü’ Belçikalıların. Belçika, çok küçük bir ülke olmasına rağmen 3 toplumdan oluşuyor. Kuzey’de Hollandaca konuşan Flamanlar, Güney’de Fransızca konuşan Valonlar, Doğu’da Almanca konuşan azınlık. Bir de Brüksel’i sayarsanız -ki Brükselliler kendilerini farklı bir toplum olarak görüyor, Konya ovası büyüklüğündeki coğrafyada 10 eyalette 4 toplum yaşıyor.
Bu kadar farklı kesimin uyum içerişinde bir arada yaşayabilmesi için ‘uzlaşma kültürü’ olmazsa olmazları. Uzlaşma kültürü karşındakine saygıyı gerektiriyor. Karşısındakine saygı duyan toplum da doğal olarak en küçük değerine bile sahip çıkmayı öğreniyor.
İnternetin gelişimi ile X,Y,Z kuşaklarının evrimini de sıkça değiniyor kitap. Örneğin “Sanal Alem Muhabbeti”nde sivil toplum örgütlerinin sinek avlarken işsiz Türk gençliğinin internet kafelerde gününü geçirdiği anlatılıyor. İşsizlik, toplumsal duyarlılık ve sosyal sorunları değerlendirdiğimizde bugün ne değişti?
‘Batı Cephesinde Değişen Bir Şey Yok’ Erich Maria Remarque’nin çok bilinen bir kitabıdır. Savaşın korkunçluğunun ve anlamsızlığının anlatıldığı bu kitabın başlığı bir deyim haline geldi. Avrupa’ya Türk işçi göçünün gelişinin üzerinden 50-60 yıl geçti ama batı cephesinde değişen bir şey yok…
Hatta ilk gelen birinci kuşak çalıştı, şimdiki kuşaklar çalışmıyor. İşsizlik parası, çocuk parası, sigortadan para almak gibi sosyal devletin nimetlerinden yararlanıyorlar ama bu ülkeye küfrediyorlar. Biraz daha ileri gidersek, yaşadıkları ülkeleri düşman gözüyle görüyorlar ama bir türlü taşına toprağına kurban oldukları, yönetimine hayran oldukları anavatanlarına dönüp orada yaşamayı akıllarına bile getirmiyorlar. Neden? Çünkü orada sosyal devlet nimetleri yok!
Mayıs 2004 tarihli Eurovizyon yazısında Türkiye’nin bambaşka lanse edildiği bir dönemden bahsediyorsunuz. Belçika ve Avrupa televizyonlarında Türkiye’nin övüldüğü ve bugün tartışılmayan ve bilinmeyen birçok yönünün konuşulduğu. O gün ile Türklere antipatinin tavan yaptığı günlere nasıl geldik (özellikle Belçikalı gözünden)?
Fizikte “momentum” kuralı vardır. Bir cismin hareket miktarı, kütlenin sürat ile çarpımı… Momentum, günlük konuşmada kullanıldığını duyduğumuz bir kelimedir. Spor takımlarının, sporcunun ve siyasetçinin ‘momentum kazandığını’ oldukça sık duyarız. Bu bağlamda söylendiğinde, takımın, sporcunun veya siyasetçinin o dönemde çok başarılı olduğunu ve rakibin onu geçmesinin neredeyse imkansız olacağını anlatır.
İşte, Türkiye de o dönem bir ‘momentum’ yakalamıştı. 2000’li yılların başına gidelim isterseniz. Futbol milli takımımız dünya kupasında üçüncü oluyor, Azra Akın “kainat güzeli” seçiliyor, Sertab Erener “eurovizyon”u birincilikle bitiriyor. Orhan Pamuk, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanıyor. Türkiye 50 yıldır kapısında beklediği Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakerelerine başlıyor.
Sonra bilindik hikâye; “kendim ettim kendim buldum” kaderi. Evrensel insan hakları değerlerinden, demokrasiden uzaklaştık. Evrenden uzaklaşırsan evren de senden uzaklaşır.
“Brüksel’in Hyde Park’ı” çok acıklı bir yazı. Bugün bile koronavirüs salgını hakkında hükümetin yetersizlikleri konuşuluyor. Bu kadar küçük birinci sınıf dünya ülkesinde insanlar neden tamamen terk edilmiş bir şekilde ölüme gidiyor?
Dünya ülkeleri literatürde maalesef sınıflandırılır. Birinci dünya ülkeleri, ikinci, üçüncü dünya ülkeleri diye demokrasinin gelişmişliğine atıf yapılır. Demokrasisi son derece gelişmiş birinci dünya ülkelerde yaşayan ama sistem dışına atılan/çıkan bazı insanlar var. Bunlara da ‘dördüncü dünyalılar’ denilir.
Batı ülkelerinde sistem dışında yaşan dördüncü dünyalılar sorunsalına bir türlü çözüm bulamıyor. Sistemle kavgalı olan bu insanlara sistem de sırtını dönüyor.
“Farklı Dünyalar” kitapta genel olarak yansıtılan zıtlıklar karmaşasını güzel özetliyor. Birbirinden çok uzak ama iç içe hayatların doldurduğu dünya bugünlerde değişiyor mu? Yoksa aynı mı devam edecek?
Durmak yok yola devam… Kapitalist sistemin bir dayatması aslında farklı dünyaların bir arada yaşaması. Otobüse binmek için cebinde 3 TL olmayan kişi de, bir hamburger için 280 TL ödeyen kişi de aynı şehirde yaşıyor. Buna da biz ‘kozmopolit’ şehir, ‘metropol’ şehir diyoruz.
Gelir adaletsizliğinin var olduğu her yerde bunu görmemiz mümkün. Gelir adaletsizliği ile doğru orantılı bir durum. Gelir adaletsizliği devam ettiği sürece kapitalist sistemde, farklı dünyaların bir arada yaşaması da kaçınılmaz.
Mayıs 2005 tarihli “Mutluluğun 20 Sebebi” yazısında garson maaşının bile 1,720 Euro olduğu Belçika’nın ne kadar “en” bir ülke olduğundan bahsediliyor. Birkaç ay önce 2005 ile 2020 Belçika’sı ne kadar aynı ne kadar değil? Brüksel hakikaten 2020’nin en yaşanabilir 23’üncü kenti mi?
Brüksel, bence de dünyada yaşanabilir en iyi kentlerden biri. Ben Brüksel’de yaşamasaydım eğer, Londra veya Roma’da yaşamak isterdim. Ama Brüksel’de yaşadığım için son derece mutluyum.
Brüksel hükümeti, Bilim Kurulu görüşleri doğrultusunda koronavirüs (covid-19) ile mücadele önlemlerini 14 Mart’ta açıkladı. Bütün işyerleri kapatılırken, temel gıda ve eczanelerin yanı sıra kitapçıların açık kalmasını kararlaştırıldı. Karantina günlerinde sanırım kitapçıların açık olduğu tek ülke Belçika oldu. İnsanlar evlerinden çıkamıyorlarsa kitap okusunlar denildi adeta. Adeta “kitap temel ihtiyaç” dedi Belçika. Bir yazar olarak “iyi ki Brüksel’de yaşıyorum” dedim bir kez daha.
Kitapta Türkiye’nin tanıtılması adına sanat, film ve müziğin ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Özellikle Avrupalı Türklerin sıkıntılarını anlatan yapımlar dönemlerine büyük damga vurmuştu. Günümüzde Türkiye’nin dünyanın dört bir yanında izlenen TV dizileri dışında kendini anlatmak için bir şey yaptığı söylenebilir mi? Belçika’da yeterince çaba gösterildi mi?
Bir kere “Türkün Türk’ten başka dostu yok” ve “herkes bizi kıskanıyor” paranoyasından kurtulmamız gerekiyor öncelikle. Eğer iyi şeyler yaparsanız alıcısı hep ve her yerde var. Ama sadece bu ‘iyi şeyler’i propaganda amacıyla yaparsanız kimseyi kandıramazsınız.
Biz çok kapalı toplum olarak yaşadık ve hala yaşıyoruz Avrupa’da. Bu ülkelerde 50 yıldır yaşıyoruz ama 5 tane -bakın 50 demiyorum 5 tane- Avrupalı arkadaşımız yok. 50 yılda 50 kelime yaşadığımız ülkenin dilini öğrenmiyoruz. Biz insanlar hiçbir çaba göstermediğimiz için devletimizin de çaba göstermemesi gayet doğal. Çünkü devlet biz insanlardan oluşan bir mekanizma.
“Hayat Fena Halde Matematik” bir 15 yılın dersi niteliğindeki yazılardan biri. Türk insanı sizce neden realist olmak ve araştırmak yerine belli açıklama ve sebeplere sarılmayı tercih ediyor? Eğer Avrupalı üstün ise neyi doğru yapıyor da daha mesut yaşıyor?
Biz hep işin kolayına kaçmayı seçiyoruz. Sorgulamıyoruz. Sorgulama kültürümüz yok. Ailede babaya karşı çıkılmaz, devlet babaya da karşı çıkılmaz bizde. Ailede babaya karşı söz söylediğin zaman hain evlat oluyorsun. Devleti eleştirdiğin zaman vatan haini oluyorsun anında. Oysa eleştirmeden, sorgulamadan doğruyu nasıl buluruz?
Aslında bu da kültürel kodlardan kaynaklanıyor. Biz bin yıldır, “devletin malı deniz yemeyen domuz” ve “bal tutan parmağını yalar” deyimleri üzerine kurmuşuz hayatlarımızı. Devletin malı deniz kültüründen geliyorsan, rüşvetin ve rüşvetçinin karşısında durmazsın. Parmak yalamak yerine “bal kasesini düzgün tut parmağına bulaşmazsın” demezsin. Bin yıldır denmemiş, şimdi de denmiyor maalesef.
Dünya çok zor günlerden geçiyor. Kitapta hayat arayışını bırakıp bencilliğe kapılan, insanı sevmek veya anlamak değil siyasi bir figüre dönüştüren, devletlerin savaş hırsına karşı duramayan insanlığa karşı bir isyan okunuyor. Artık savaş değil ama doğal felaketler ve salgın hastalıklar çağına giriyoruz gibi görünüyor. 11 milyonlu nüfuslu Belçika’dan 80 milyon Türkiye’ye her ikisinde yaşayan insanlar için gelecek sizce nasıl bir dünya saklıyor?
Biz, yaşadığımız coğrafi bölgeye bakıp bütün dünyanın öyle olduğu yanılsamasına düşüyoruz. Oysa yaşadığımız bugün dünyanın 65 farklı yerinde savaş, iç savaş ve çatışmalar yaşanıyor. Bir Covid-19 virüsü bütün dünyayı esir alıyor. Milyarlarca insan savaş ve virüsle mücadelede hayatta kalmaya çalışıyor.
Biz dünyamıza iyi bakmıyoruz, özen göstermiyoruz. Dünya, doğa ve hayat bizden hesap soruyor ve böyle giderse ve dünya bu hesabı sormaya da devam edecek…
Hayata Dair Bi’kaç Satır’da “Mad Max Zamanları” başlıklı yazımda şöyle yazmıştım: “George Miller’in 1979 yapımı filmi Mad Max dünyasında, dünyanın sonu gelmiştir. Sadece bir avuç ayrıcalıklı insanlar güvenlik içerisinde yaşayabilmektedir. Bir tas su için herkes birbirini gırtlaklar. Bir bidon petrol için çeteler birbirine girer.
Ve ayrıcalıklı sınıfa dahil olabilmek için her türlü yalakalık yapılır, en yakını satılır, öldürülür… Yaşadığımız her şeyden savaştan kaçan mültecileri sorumlu tutuyoruz… Başkalarına söylemeye cesaret edemesek de… Vicdanımıza soralım; 3 gün boğazından bir kuru ekmek lokması bile geçmeyen çocuğumuz için, henüz 10 yaşındaki kızımızın ırzına geçilmemesi için, anne babamızın gırtlağı kesilmemesi için neler yapmayız ki?”
Bu sorunun cevabını da yine hiç kimselere söyleme cesareti gösteremesek de kendimize verelim lütfen! Neler yapmayız?