Bilim-kurgu akımının 20’nci yüzyılda gördüğü en son ve belki en başarılı aksiyon bilim-kurgu filmi olan The Matrix, Wachowki kardeşlerin ortaya çıkışından tamamlandığı son güne kadar olan hikayesi ile tam bir başyapıt. Warner Bros’un ek bütçe ve ek süre tanıyarak yapımına en çok sabır gösterdiği film olan The Matrix, 1999 yılını zihinlerimize kazıyan eserlerden biri. Gösterime girdiği ilk beş günde 37 milyon dolar, düya genelinde ise 463 milyon dolar gişe hasılatı getiren film, nasıl bu kadar başarılı oldu? Sadece hikayesi ile değil, birbirinden başarılı aksiyon sahneleri ile. En iyilerine tekrar göz atalım:
Neo’nun “Mermi Zamanı” hareketleri
The Matrix denilince akla gelen ilk sahne şüphesiz Neo ve Trinity’nin gökdelen çatısındaki çatışma sahnesi. Sinema tarihinde bir ilki temsil eden yavaş çekim mermi geçişleri, Wachowski kardeşlerin adını koyduğu “mermi zamanı” tekniği ile çekilmişti. Keanu Reeves, sırtına bağlı halatlar ile yere 90 derece olacak şekilde geriye çekilirken, 120 sabit kamera taşıyan yarım daire şeklindeki düzenek etrafında dönmüştü. Ağır çekim kameralar ile görsel efektler de eklendiğinde, Wachowski’lerin “sıvı uzay” dedikleri etki ortaya çıkmış oldu. Neo, The Matrix’i net bir şekilde yönlendirebildiğini fark ettiği bu sahnede nasıl hayatta kaldığına şaşırmıştı. Trinity’nin “Onlar (ajanlar) kadar hızlı hareket edebiliyorsun” dediği anda, aslında Neo’nun zamanı yavaşlatmadığını, süper çevik hareketler ile üzerine gelen mermi şeklindeki 0 ve 1’lerden sıyrıldığını anlamıştık.
Metro dövüş sahnesi
The Matrix’in çekimleri başlamada önce tüm aktörler zamanında Jackie Chan’i çalıştırmış dövüş ustası Yuen Woo-ping ile aylar süren eğitimden geçmişti. Hatta, Keanu Reeves omurilik ameliyatı geçirmiş, Ajan Smith’i oynayan Hugo Weaving uyluk kemiğini inciterek uzun süre koltuk değnekleri ile yürümek zorunda kalmıştı. Ancak gecenin gündüze karıştığı eğitimler meyvelerini verdi ve karşımıza mükemmel uzak doğu dövüş sanatına ait sahneler çıktı. Bir tanesi, Neo’nun en azılı rakibi Ajan Smith ile baş başa kaldığı metro sahnesiydi. Sahnede ne yoktu ki… 360 derece dövüş, yavaş çekim, havada silahlı duello… En sonunda, başa baş mücadele eden kahramanımız yenilmez görünen rakibi tarafından yaklaşmakta olan metronun altına atılıyordu. Bu durumlarda, kas ve yetenek yetmezse ne ortaya çıkar? Tabii ki zeka. Neo, Ajan Smith’ten geçici olarak sıyrıldı ve en heyecan verici sahneye doğru yol almaya başladı.
Deja Vu’nun gerçek anlamı
The Matrix’in eğitimle geçen sahnelerinin ardından işlerin karıştığı anın başlangıcıydı kara kedi. Kahini gördükten sonra umut ve kara karışıklığı ile dolu olan Neo’yu bela çok hızlı yakalayacaktı. Kendileri için tuzağa dönüşen gökdelende basamakları çıkarken, Neo kara kediye rastladı. Trinity, aynı kediyi iki kere görüp görmediğini sorduğunda, cevap Matrix içinde bir bozukluk olduğu anlamına geliyordu. Bizler için gerçek hayatta dejavu tecrübesi biraz daha farklı işliyor. Ancak içine hapsedildiğiniz bir sanal dünyada, başkaldıranlara acıma göstermeyen nöbetçiler değişiklik yaptığında zaman kendini tekrarlıyordu.
Switch’in “Böyle bitmemeliydi” sahnesi
Aktörleri belirlemenin ne kadar önemli olduğu özellikle The Matrix gibi bir başyapıtta daha da iyi anlaşılıyor. Keanu Reeves, Laurence Fishburne ve Anne-Carie Moss’un oluşturduğu üç ana karakteri bile belirlemek yapımcılar için çok zor olmuştu. Eğer ilk düşünülen adaylar o güne dek benzeri görülmemiş uçuk senaryoyu anlayabilseydi, ortaya çok farklı ve ruhundan uzak bir yapım çıkabilirdi. Ancak Cypher’dan Mouse’a Tank’ten Apoc’a kadar tüm karakterler karanlık cyberpunk dünyası için mükemmel seçilmişti. Bir tanesi de Switch’ti. Belinde McClory filmde Nebuchadnezzar mürettebatının geneli gibi sadece birkaç satır diyaloğa giriyordu. Ancak Cypher fişini çekmeden önce ettiği son sözler, ömür boyu akıllarda kalacaktı. Kırmızı hapı seçerek gerçek kabul ettiği sahte dünyadan temelli ayrılan ve bir teknoloji ve yıkım kaosunun içindeki mücadele “seçilmişin” geleceğine körü körüne inananlardan biriydi. Katı ve ödün vermeyen duruşu, yaşadığı fantezi dünyada umudu aslında arka plana atmış soğuk ruhlu bir asker görünümü uyandırıyordu. Kendisinden önce yere yığılan Apoc’un üzerine yığıldığında kaçınılmaz sonun farkındaydı ve “Not like this… Not like this” diye tekrarladı. Gözlerine yansıyan hissin gerçekliği, Belinda McClory’nin belki de tüm kariyerine bedeldi.
“Aslında kaşık yok”
Aslına bakılırsa her gördüğümde “sinir velet” dediğim dazlak çocuk, the Matrix’te “yüce zeka” olarak tanımlayabileceğimiz Kahin’i anlamak için bir ipucu veriyordu. Neo’nun zihnini Matrix’ten özgür kılmasına yardım edecek bir fikir veriyordu ona. Neo, çok hızlı gelişen süreç içerisinde zihnini serbest bırakmaya çalışırken kaderini de öğrenmek ve onu çizmek zorundaydı. Kendisini nelerin beklediğini öğrenmek için Kahin’e gittiklerinde bekleme salonuna girdi. Bu esnada keşiş benzeri veletin kaşıkları bükdüğüne tanık oldu. Ona yaklaştığında, “aslında kaşık yok” sözünü duydu. Kısaca, the Matrix kodlardan ibaretti ve gerçekliği değiştirmek aslında programı değiştirmek anlamına geliyordu. Gerçek dünyada bu biraz farklı işliyor. Felsefesi, “bir zorluğu aşmanın yolu onun etrafındaki dünyayı değiştirmekten geçiyor.”
Kırmızı hap mı yoksa mavi hap mı?
The Matrix’in en önemli, en etki bırakan sahnesini bilmek için aslında izlemeniz bile gerekmiyor. Bu, birçoğumuzun kendi hayatlarımızda anlamadığı inanılmaz önemli bir şey. Hayatlarımızı, geleceğimizi tayin edecek bir karar. Morpheus seçilmiş olduğuna inandığı Neo ile tanıştığında ona bir seçenek sunuyor: Ağır gerçeklerle ile yüzleşeceğin kırmızı hap, ya da rahat (ve sahte) hayatına döneceğin mavi hap. Neo, kırmızıya yönelirken son kez ekliyor: Sana sadece gerçeği vaat edebilirim, daha fazlasını değil. The Matrix’in temsil ettiği felsefe ve insanlığa sorduğu ne kadar güçlü ise ana karakterini Alice’in Harikalar Diyarı’na sürükleme yöntemi de çok güçlüydü: Bir seçenek. Wachowski’lerin yarattığı metafor, the Matrix ile aklımıza kazınan bir diğer öğe oldu.
“Kung Fu biliyorum”
Gözlerinizin önüne çekilmiş sahte dünyadan çıktıktan sonra bir nevi saybrg olduğunuz gerçeklikte uyanıyorsunuz. Vücudunuzun birçok yerinde ve kafanızın arkasında dev bir tane olmak üzere kablo girişleri var. Neo’nun bu durumda hızlıca anladığı, The Matrix’in kafasının arkasından beyninin içine boşaltıldığıydı. Gerçek dünyada ise bu bağlantı noktası işlevini yitirmiyordu. Ajanlarla mücadele edebilmesi için dövüş sanatlarında fazlasıyla yetenekli olması gereken Neo, Tank’in beynine yüklediği sayısız eğitim programının ardından filmde en çok akıllarda kalan sözlerinden birini etti: “I know Kung Fu.” Morpheus’a neler öğrendiğini göstermek için yaptığı dövüş, çekimler öncesinde aylar süren eğitimin ne kadar başarılı olduğunun kanıtı.
Nihai hesaplaşma
Sevgi. Ne sahte dünyaların, ne paralel evrenlerin ne de gerçek kabul ettiğimiz boyutun içinde sınır tanımayan en kutsal enerji. Karşımıza en kendine özgü anlatımıyla the Matrix’te çıkmıştı. Metroda Ajan Smith ile yaşadığı karşılaşmadan sağ çıkan Neo, ne yapıp edip Nebuchadnezzar’a ulaşmak zorundaydı. Yani öncelikle bir telefona. Ancak son anda açılan kapıda karşısına Ajan Smith çıktı ve ilk mermiyi sıktı. Ardından tetiğe basmaya devam etti. Neo, sarsılarak yere yığıldı ve kısa süre sonra kalbi durdu. Trinity için sonsuz olasığa açılan uzay-zamanda devamı olmayan tek seçenek buydu: Neo’nun olmaması. Evet, aşk bu opsiyonu bloke etmişti. Aldığı öpücük aslında sevgi ile Neo’nun iyileştiği anlamına gelmiyor. Tersine Neo’nun the Matrix’in kod yapısını çözmesini sağlayan hamle oldu. The Matrix’i istediği gibi düzenleyebilen “seçilmişe” dönüşen Neo ayağa kalktı ve dalga geçer bir edayla Ajan Smith’in kıçını tekmeledi.
Ajan Smith’in tarif edilemez nefreti
Benim için The Matrix’in en dikkat çekici sahnesidir Ajan Smith’in Morpheus’u sorguya çekerken ettiği sözler. İnsanlığın kendi eliyle inşa ettiği ve uyuşturucu olarak kullandığı distopyanın çok güzel bir tanımını yapar aslında Ajan Smith. İnsanlara sadece batarya olarak ihtiyaçları vardır ve aslında mantık olarak bu onlara ilk başta çok kolay gelmiştir. Herkesin mutlu olacağı, eşit ve barış içinde yaşayacağı bir yazılım geliştirmek. Ancak insanlar o kadar aşağı, sorunlu yaratıklardır ki ilk yazılım, yani the Matrix’in ilk versiyonu çöker. Makinelere enerji sağlayacak dev insan çiftlikleri yok olur (sanal dünyada kıtlık mı dersiniz otonom soykırım mı size kalmış). The Matrix’in diğer versiyonları gelir ve insanlar hak ettikleri düzende, savaş ve teknoloji kaosunda boğuldukları bir dünyada uyutulurlar. Onlarla uğraşmaktan bunalmış olan ve insanlığın son şehri Zion’u yok etmek için gün sayan Ajan Smith, tüm öfkesini Morpheus’a kusar: “Buradan nefret ediyorum… Bu ter kokusu… Kokuşmuşluğunu tadabiliyorum…” Smith’in sabrı kalmamıştır ancak son, düşündüğünden farklı olacaktır.
Kahin’i ziyaret
The Matrix’in mükemmel bir aksiyon ve yoğun felsefe ile fütürizmi karıştıran kurgusu, Wachowski’ler tarafından mükemmel çizilmişti. Yeşil perde çılgını ilk bir saatin ardından geçici bir duraklama dönemine girildi: Neo’nun yeni dünyasında biraz kendine geldikten sonra yaptığı ilk önemli görüşme. Sahnenin başlangıcı seyirciyi fazlasıyla hazırlamaktadır. İlk önce asansör, ardından bekleme odası. Sonrasında sırtı dönük bir halde karşılar Kahin Neo’yu. En merak edilen karakterlerden birisi duruşu ve sesi ile gizemini yavaşça ortaya çıkarmaya başlar. Nezaketi ve kurabiyeleri ile otorite görünümünden çok Evren’e bakıcılık yapan bir bakıcı çıkar karşımıza. Her söze kanmaya hazır olanlara kıyasla, karşısındakini iyi ölçen biçen ve gerçekleri bilmece şeklinde veren biridir Kahin. Neo’nun aklını tek bir beklentiye odaklamak yerine yine bir seçenek yapacağını söyler. Gizlediği gerçek ve Neo’nun kendini keşfetmesi böyle gerçekleşecektir.
Trinity ile tanışma
The Matrix’in ilk sahnesi ile son sahnesi için bile sayfalarca yazı yazılabilir. İlk sahne bilinmeyen ve kafa karıştırıcı bir karmaşaya adım gibidir. Siyah bir ekran, yanıp sönen imleç, iki bilinmeyen kişi arasınd geçen telefon konuşması. 20 yıl önce sinemada bu sahneyi izlediğiniz anı tekrar düşünün (Y kuşağından olanlar). Kapkaranlık bir oda, sadomazoşizm tarzı giysiler içinde bir kadın, ona kelepçe takmak için ilerleyen bir polis. Her şey polisin aklındaki kadar neredeyse sıradan gidecek gibi gelirken bir anda zaman yavaşlıyor, polisin kolu ardından burnu kırılıyor. Kadın havada asılı durumda, polisin göğüs kafesini de kırdıktan sonra kaçışa başlıyor. Çatılarda kovalamaca sahnesinde, the Matrix’in ilk izlenimini alıyoruz. Polislerin önünden koşan Trinity’nin ardından kötü yazılımları temsil eden ajanların insan için aşması mümkün olmayan çatıyı sıçrayarak geçmesi. Trinity nihayetinde bir pencereden kendini atarak kendini yerde buluyor ve göz açıp kapayıncaya kadar silahlarını çekerek düşmanı karşılamaya hazır pozisyona geçiyor. Bir iki saniye sonra, “Kalk Trinity” dediğini duyuyoruz. Son derece farklı, bir o kadar ciddi.
Superman sahnesi
Bir rahatlama gibi gelir bazen, normalde arasına bile çıkmak istemeyeceğiniz kalabalığın içinde sadece yürümek. Hatta elinizde bir de kahve varsa. Güneş, güzel hava ve hayatın renkleri. Bazen ne kadar özüne iner varlığımızı yaşatan hislerin ve mutlu kılar bizi. İşte Neo o sahte dünyayı çözdükten, onu çocuk oyuncağına çevirdikten sonra telefon kulubesinden çıkar ve uyuyan kalabalığın güzel dünyasında son derece kendinden emin ve özgür bir şekilde durur. Ardından, Superman moduna geçerek göğe çıkar. Rage Against the Machine’in “Wake Up” parçası eşliğinde.
Uyan.