2016’nın ilk yarısı oldukça büyük projelerin izleyiciyle buluştuğu bir yıl oldu. Ancak bazı filmler, arkasında durdukları ismi temsil edip konuyu yansıtmakta, veya izleyiciye ulaşma açısında sorun yaşadılar. 2016’ın ilk yarısındaki bekleneni veremeyen filmleri neden ve sonuçlarıyla sizler için yazdık.
13 Hours
Üzücü, şiddet dolu bir gerçek olayı, üzerinden çok da fazla zaman geçmemişken eğlence dünyasına taşımak oldukça zor bir iş. Bir trajediyi eğlenceye çevirmek için üzerinden ne kadar geçmesi gerekir? Amacı eğitmek mi, ilham vermek mi, yoksa iki saat boyunca mümkün olduğunca patlayıcı efekti göstermek mi olmalıdır? Michael Bay‘in 2012’de Amerika’nın Libya’daki diplomatik üslerine yapılan Bingazi saldırılarını konu alan filminin bu soruları da çok da umursadığı söylenemez.
Dirty Grandpa
Normalde Ocak ayında çıkan, yaşlı bir adam hakkında yapılan komedi filmi bizde beklenti yaratmaz. Ancak bu yaşlı adam geçtiğimiz 50 yılın en iyi aktörlerinden biri ve rol arkadaşı da yükselen bir yıldız ise, en azından iyi vakit geçirmek hakkımız olmalı. Maalesef ki film bize Robert De Niro ve Zac Efron‘un bel altı şakalarından dolu bir film süresi sunuyor. Bu durum, film bize bu kişilerin ırkçı ve homofobik olduğunu düşündürmese belki bu kadar ön planda olmazdı. The Hangover ve American Pie filmleri tam olarak da bu espriler üzerine kuruluydu, ancak filmin mizah anlayışı bu iki filmden çok daha rahatsız edici.
Dipnot: Ne kadar kötü olabilir ki derseniz, film başından sonuna kadar sadece dalga geçmek için bir eş cinsel karakter barındırıyor.
Gods of Egypt
Hollywood’un ‘Asyalı karakteri Beyaz biri oynamasın’ probleminin çıkış noktası Marlon Brando’nun The Teahouse of the August Moon filminde Japon bir karakteri oynamasıydı. Bir benzerini gördüğümüz filmde ise mekan Antik Mısır olmasına rağmen bütün baş rollerde beyaz ırktan kişiler bulunuyor. Ridley Scott‘un 2014’te çektiği Exodus: Gods and Kings filminin de benzer aşamalardan geçmiş olması adeta bir deja vu hissi yaşatmıyor değil. Alex Proyas ve Lionsgate stüdyosu filmin çeşitlilikten uzak olması hakkında özür dilese de, seyirciyi yeterince ikna edemeyip yapım bütçesini zor kurtardı.
The Brothers Grimsby
The Brothers Grimsby ise komedi filmlerindeki politik doğruluk sorularına güzel bir dosya konusu olabilecek bir film. Donald Trump‘ın filmde AIDS olması gerçekten komik mi? Kimine göre evet, çoğuna göre hayır. Filmin box-office performansının Sacha Baron Cohen‘in kariyerindeki en kötü performans olduğunu düşünürsek, bir yerlerdeki sınır aşılmış diyebiliriz. Filmin saldırgan şakalarının filmin bütün olayı haline gelmesinin bu kötü performansta payı büyük. Borat ise saldırgan şakalarını hiciv usulüne uydurarak, kültürel varsayımlar ile salaklık seviyesini ince bir zeka ile süsleyebiliyordu. Grimsby ise bu haliyle daha çok etrafa hakaretler savuruyor gibi.
Batman v Superman: Dawn of Justice
DC Comics‘in en iyi kahramanlarından ikisinin yüzleşme filmi o kadar kötüydü ki, espriler, aşağılamalar, dalga geçmeler Kripton’a kadar gitmiş olabilir. Biz de bu akıma katılabilir ve maddeyi ‘Martha’ diyerek geçebilirdik, ancak işin derinine inmek gerekirse, film gişede de kötüydü. Bunda, yazılan incelemeler ve filmin gerçekten ciddiyetsiz olmasının payı da var. Üstüne ise DC’nin bir sonraki büyük filmi Suicide Squad için yeniden çekilmesi kararını aldığı komedi sahneleri eklenince haksız olduğumuz çok da söylenemez. İlerleyen yıllarda DC’nin evreni ile Marvel‘in evreni arasındaki sinema savaşlarının sonucunu kimin daha eğlenceli olduğu bile belirleyebilir.
The Boss
Melissa McCarthy, oldukça yetenekli bir komedyen. Bunun üzücü yanı ise rol aldığı filmlerde yeteneklerini sergileyememesi. The Boss filmi ona hareket edecek o kadar az alan bırakıyor ki, bilindik bir geçmiş, hokkabaz şakalarının yer aldığı film izleyici meraktan uzak bir sürece sokuyor. Arkadaşların ve ailenin önemi hakkında film boyunca göz önünde tutulan mesajımızı alıp filmden yavaşça uzaklaşırken, en azından biraz daha gülseydik diyoruz.
Nina
Nina Simone biyografisi olan film sadece hayal kırıklığı değildi, Buzzfeed‘in “rezil bir film” tanımına yeni bir anlam getirmesine de sebep oldu. Filmin sorunları Zoe Saldana seçimi ile başlamıştı. Açık tenli bir Latin aktris’in, siyah tenli bir şarkıcıyı oynaması beklendi. Sorunlar Simone’nun ailesinin filmin giriş kısmını ‘isabetsiz’ bulmasıyla devam etti. Ve maalesef film bu eleştirilerin aksini kanıtlamak için çok az çaba sarf etti. Bütün bunlara filmin prodüksiyon sonrasında yapımcı ve yönetmen arasındaki çatışmalar da eklenince Simone hakkında bilgi almak için tek döküman Netflix’in What Happened, Miss Simone? belgeseli oldu.
Huntsman: Winter’s War
Kimsenin devam filmi istemediği filmlerden biri olarak bu film gösterilebilir. İlk filmde Pamuk Prensesi oynayan Kristen Stewart, ikinci filme çok dahil olmaması sorusuna “Çok şükür” yanıtını verdi desek sanırım olayın vahametini anlatmış oluruz. Maalesef filmin izleyiciye sıkıcı gelmesini Charlize Theron, Chris Hemsworth, Jessica Chastain ve Emily Blunt bile kurtaramadı. Her ne kadar film ilki kadar gişe yapamasa da, dünya çapında 160 milyon dolar ile bütçesini aşabildi. En azından bu filmin, diğer yapımcılara ‘İkinci filmi çekmeli miyiz gerçekten’ sorusunu sordurması bile katkıdır diyerek kendimizi avutmamız mümkün.
Mother’s Day
Film o kadar ilerici olmaya çalışıyor ki, sanki biri ilerici bir film yaparsak şunları yapalım diyerek notlar almış ve biri bu notları film yapmaya karar vermiş gibi. Film, Lezbiyen çift, ırklar arası çift, çocuksuz, kariyer odaklı kadın gibi bütün klişeleri içeriyor. Filmin karakterleri adeta karikatür gibi olduğu için, filmin ele aldığı her konuda aşırı tahmin edilebilir ve/veya gerçek dışı eğriler çiziyor. Filmin, maalesef, en iyi yanı ise lafını esirgemeyen, neşeli incelemeler oluşturuyor.
X-Men: Apocalypse
Özel efekte boğulan film yeni/eski mutantların karışımıyla karakterlere gereken ilgi ve hazırlıkta başarısız kalıyor. Oscar Isaac, yeteneklerini Apocalypse düşmanı olarak yeteri kadar kullanmıyor. Bunun sebebi ise dünyayı temizlemek isteyenlerin çoğunun belirsiz kişiler olması ve bazılarının korkması. Michael Fassbender‘in Magneto’su ise açık şekilde X-Men’in en ilgi çekici şeyi olarak aksiyona bir parça girse de, böyle bir filmden beklediğimizden çok çok daha az. Üzücü kısım filmin gerçekten ilginç bir şeyler sunmak yerine (Quiksilver‘ın sahnesi oldukça eğlenceliydi mesela) tamamen ilgi çekici Magneto’ya odaklanarak kolaya kaçması.